Ayette zikredilen enfüsî ve afakî deliller nelerdir?

Enfüsi ve afaki deliller ne olabilir ve nasıl isbat olur?

Değerli Kardeşimiz;
" Onlara hem âfâkda (kendi dışlarındaki âlemlerde), hem de kendi nefislerinde (enfüsde) delillerimizi göstereceğiz "(Fussilet,53)
Asrın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin afakî ve enfüsî olan deliller hakkındaki izahı
Alem-i ekber olan kainat (afakî) ve alem-i asgar olan İnsan (enfusî) Allah’ın birliğinin delillerini göstermektedir
“Şu kâinât denilen âlem-i ekber (en büyük âlem) ve insan denilen onun misâl-i musağğarı (küçük bir nümûnesi) olan âlem-i asğar (küçük âlem), kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî (dış âleme âid) ve enfüsî (insanın iç âlemine âid) vahdâniyet delâilini (Allah’ın birliğinin delillerini) gösteriyorlar. Evet, kâinâttaki san‘at-ı muntazamanın (intizamlı san‘atın) küçük bir mikyasta (ölçüde), nümûnesi insanda vardır. O dâire-i kübrâdaki (en büyük dâiredeki) san‘at, Sâni‘-i Vâhid’e (bir olan san‘atkâra) şehâdet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebînî (mikroskopla görülebilecek) san‘at dahi, yine o Sâni‘a işâret eder, vahdetini (birliğini) gösterir. Hem nasıl ki şu insan, gāyet ma‘nîdâr bir mektûb-ı Rabbânîdir (Allah’ın isimlerini gösteren bir mühürdür), muntazam bir kasîde-i kaderdir. Öyle de, şu kâinât dahi aynı o kalem-i kader ile fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kasîde-i kaderdir. Hiç mümkün müdür ki, hadsiz alâmet-i fârika (ayırdedici alâmetler) ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete (birlik mührüne) ve bütün mevcûdâtı (varlıkları) omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinât üstündeki hâtem-i vahdâniyete (Allah’ın bir olduğunu gösteren mühre), Vâhid-i Ehad’den (sıfatlarında ve zâtında bir olan Allah’dan) başka bir şeyin müdâhalesi bulunsun?” (Mektûbât, 20. Mektûb, 62)
İnsan esma-i ilahiyeye delildir
“İnsan, -üç cihetle- esmâ-i İlâhiyeye (Allah’ın isimlerine) bir âyinedir.” (Mektubat)
Allah’ın isimleri insanlar üzerinde üç tarzda görünürler.
1. Zıtlarıyla: Yani insan Allah’ın bazı isimlerinin zıtlarına sahip olmakla o isimleri anlar. Yani âcizliğiyle Allah’ın kudretini, fakirliğiyle Allah’ın zenginliğini, kusurlarıyla O’nun kusursuzluğunu anlar.
2. Numunelerle: Allah’ın isim ve sıfatlarının küçük mikyasta numunelerine sahip olmakla o isimleri anlar. Mesela bizdeki hayat, ilim, işitme, görme gibi küçük numunelerle Allah’ın işitme, görme, hayat ve ilim gibi sonsuz sıfatlarını anlar.
3. Nakışlarla: Allah’ın isimlerinin nakışlarının yani icraatlerinin insan üzerinde görünmesiyle anlar. Mesela Allah’ın musavvir isminin insana bir suret vermesi, Şâfi isminin iyileştirmesi, Rezzak isminin rızıklandırması gibi.
İnsanın Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olması, insanın kabiliyetini geliştirmesine bağlıdır. Güneşin aksettiği aynaların yansımaktaki kabiliyeti, ayinenin büyüklüğüne ve özelliklerine göre değiştiği gibi, insanın Allah’ın isimlerini yansımaktaki kabiliyeti de ahlakının güzelleşmesiyle değişir. İnsan ahlakını güzelleştirdikçe Allah’ın isimlerine daha güzel ayinelik yapar. Mesela, yumuşak huylu bir insan Allah’ın “Halîm” ismini üzerinde daha çok gösterir. Peygamber Efendimiz’in (asm) en mükemmel ahlak üzere olması Allah’ın isimlerine ayinelikte en mükemmel derecede olmasındandır.
İnsanın hem kendi hem de kâinat üzerinde tecelli eden Esma-i İlahiyeyi görebilmesi İman ve tefekkür derecesine bağlıdır.
Allah’ın varlığını ve birliğini ispat eden enfüsî ve afakî delillerden bazıları için tıklayınız.

Diğer bir kısım tefsirlerde mesele şu şekilde ele alınmıştır:
Tefsir-i Kebir Mefatih’ul Gayb
"Afaktaki ayetler" ile, felekin, yıldızların, gece-gündüzün, ışıkların, saptırmanın, karanlıkların, "anasır-ı erbea - dört unsur'un ve "üç kaynak"ın (mevalid-i selâse), ayet olmaları kastedilmiştir ki Cenâb-ı Hak, bunlara, Kur'ân'da çokça yer vermiştir. "gerekse kendi öz benliklerinde" ifadesinden de, "yavruların, ceninlerin, ana rahminin karanlıkları içerisinde nasıl oluştuklarından ve o enteresan uzuvların ve akıl almaz terkiblerinin nasıl meydana geldiklerinden çıkarılan deliller kastedilmiştir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kendi nefislerinizde dahi (nice ayetler var). (Bunları) görmüyor musunuz?" (Zariyât, 21) ayetindeki mana gibidir. Yani, "Biz onlara, kalblerinden o şüpheleri giderip, böylece kadir, hakîm, alîm ve ortaklardan, eşlerden ve benzerlerden münezzeh bir ilâhın varlığına dair, o kalblerde kesin bir inanç, bir hüküm meydana gelinceye değin, bu delilleri defalarca gösterdik" demelidir. İmdi eğer: "Bu izah zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "göstereceğiz" ifadesi, onları, şu ana kadar bu ayetlere muttali kılmadığını, bundan sonra, onları bu ayetlere muttali kılacağını gerektirir. Halbuki Cenâb-ı Hak, gerek ulvî alemde, gerekse süflî alemde var olan ayetlere, onları, daha önce muttali kılmıştır. Binâenaleyh böylece, bu ifâdeyi biraz önce geçen o manaya hamletmenin imkânsız olduğu sabit olmuş olur" denilirse, biz deriz ki: Bu kimseler her ne kadar bu şeyleri görmüşlerse de, ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın varlıklara yerleştirdiği akılları hayrette bırakacak durumlar sonsuzdur. O halde bu demektir ki, Cenâb-ı Hak, onları bu tür enteresan durumlara, zaman zaman muttali kılmaktadır. Bunu, şöyle bir misâlle açıklayabiliriz: Herkes, gözü ile insanın bünyesini görüp müşahede etmektedir. Ancak ne var ki, Allah'ın, bu bedenin terkibine yerleştirdiği enteresanlıklar pek çoktur. İnsanların pek çoğu bunları bilemez. Bunlardan birisine muttali olan kimse de, her ne zaman bu konudaki tefekkürünü arttırırsa, onun, bu akıl almaz ilginç şeylere vukûfiyyeti de o nisbette artar. Binâenaleyh, yaptığımız bu izahla, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerek âfâkda, gerekse kendi nefisierindeki ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz..." ifâdesinin yerinde olmuş olduğu anlaşılmış olur.
(Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/408-410)
Hak Dili Kuran Dini
“İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm'ın ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet, Kur'ân'ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke'de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere ve halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm'ın şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil ya objektif (âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm'ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, "Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme.” (Elmalı Hamdi Yazır-Hak Dili Kuran Dini)
Allah’a emanet olunuz.